Her açıdan Berlin!

Gezgin yazarımız Ercan Çölmekçi bu kez Avrupa'da.. Almanya'nın başkenti Berlin'i gezen Çölmekçi, izlenimlerini mansetturkiye.com için yazdı.

Berlin, Almanya’nın kozmopolit başkenti.
İkinci dünya savaşı sonrası Doğu ve Batı Berlin diye ayrılan, tam orta yerine bölücü duvar örülen şehir.
Duvar kalkmış ama doğululuk ve batılılık kaderi olarak kalmış. Soğuk savaş döneminin savaşı gitmiş ama soğuk aynı soğuk kalmış.
Bu şehir, geçmişin yarasını iyileştirmeye çalışırken, çelişkilerle örülü bir tarih yaratmış. Gri duvarları, renkli grafitilerle dans ederken, kentin içinde sanki bir kültür çatışması var. Bir tarafta kurallar ve soğukluk, diğerinde gülümseyen bir yüz. Berlin, hem düzen hem düzensizlik, hem modernlik hem gelenekselliğin kenti.
Zıtlıkların armonisi.
Mall of Berlin, Galeries Lafayette gibi lüks alışveriş merkezleri de burada, "bit pazarı" benzeri mekanlarda da.



EN ÖNEMLİ BİNASI: REİCHSTAG

Berlin’i gezerken, sokaklarda özellikle yakın tarih size fısıldar, sizi içine alır.
Gelin beraber gezelim bu Avrupanın en güçlü başkentini.
Öncelik Berlin’in en önemli binalarından biri olan Alman Parlamento Binası. Bu bina, görkemli yapısıyla dikkat çeken bir eser ama beni başka bir yönüyle etkiledi. Reichstag'ın (Parlamento) tavanı açık. Nedeni halkı temsilcilerini ne yapıyor izlesin diye. Bizler turist gibi izliyoruz o başka.



Demokraside çok ileri ama uygulamada son yıllarda geri bir ülke olmuş Almanya. Bu da başkentin sokaklarına yansımış. Her sokakta inşaat başlamış ama bitmemiş... Bir yanı kirli, bir yanı temiz. Bir yanda eskinin güçlü Almanyası, bir yanda Arapların gettosu. Yakışıyor mu derseniz, yok derim.



Berlin’in her bir yanı bir hikaye, bakınız Checkpoint Charlie, dünde Amerikan Yankelerin kontrol kulübesi, bugün olmuş turistik buluşma noktası.
Tarihteki kötü imajının anıtı da var; hem de çok acı... İnsanlığın, insanlıkla bağının kopmasının sembolü Holokost Anıtı.. Ama anıt bildiğimiz anıtlara hiç benzemiyor, binlerce beton kütleden oluşan bir mezarlık gibi... Çiçeği, ağacı yani yaşam belirtisi olmayan bir bölüm. İnsan baktıkça utanıyor..



Ve yine utanıyor insan baktıkça, dün başına geleni bugün komşusuna yapanı... Dün zulüm görenler, bugün Filistin'de zulmediyor.

Berlin, sanatın başkenti, sokaklar, metrolar birer tuval gibi. Duvarlar grafiti mesajları ile bezenmiş. Karl Marx caddesinin hemen yanında bir sokaktayım, “Money has no value, capitalism doesn’t work…” diye yazmışlar koskoca bir binanın duvarına. Paranın değeri yoktur, kapitalizm işlemsiz diye.



Bu cümle, Berlin’in çatılarında yankılanıyor ve bir soru işareti bırakıyor havada. Belki de bu şehirdekiler, kapitalizmin değer yargılarını reddederek, kendi değerlerini inşa etmeye çalışıyor.

Berlin’in en meşhur noktasıysa 18. yüzyılın sonunda inşa edilen Brandenburg Kapısı. Bu kapı, özgür ve birleşmiş Berlin’i simgeliyor. Utanç duvarı olarak görülen Berlin Duvarı’nın henüz yıkılmadığı dönemlerde ise tam tersine kapı bir ayrılık sembolüymüş.
Biz oradayken bir anda bir gürültü koptu, araçlar, korna sesleri hatta davul sesi. Haa bizim Almancılarmış, adetten gelin konvoyu buraya bir uğrarmış. Yorum yok:)



Buradan 20 dakika falan yürüyor ve harika bir park olan Lustgarten’e varıyorum. Bu park Berlin’in merkezinde... Lustgarten “Zevk Bahçesi” anlamına geliyormuş. Ulaşılması en kolay ve gezmek için en ideal bir yer. 16. yüzyılda Berlin Şatosu’nun bir parçası olarak kurulmuş, daha sonra askeri bir alana, ardından da halka açık bir bahçeye dönüştürülmüş. Bu bahçe ya da park onlarca kişiye hem dinlenme alanı, hem de çevredeki sanat eseri binaları izlemek için tribün..



Parkın ortasında, 19. yüzyılda yapılmış devasa bir granit kase var. Bu kase, Berlin’in en ilgi çekici eserlerinden biriymiş. Parkın çevresinde, Altes Müzesi, Berlin Katedrali, Humboldt Forum ve Spree Nehri gibi önemli yerler bulunuyor. Lustgarten, Berlin’in tarihini, sanatını ve doğasını bir arada görebileceğiniz eşsiz bir mekan.



Komşusu Müzeler Adası, bambaşka bir alem. Beğen beğenebildiğince müze, sanat galerisi. Alman Tarih Müzesi, Altes Müzesi, Berliner Dom, Einstein’in ders verdiği ve Karl Marx’ın ders aldığı üniversite; hepsi bir arada, zenginliği oluşturuyor. Ama en önemlisi Pergamon Museum yani Bergama Müzesi. Bu müze Almanya’nın en ünlü müzelerinden. Mutlaka gezilip görülmesi gereken bir müze.



Alexanderplatz şehre ayrı bir renk katıyor. Bu meydanın göbeğinde yükselen televizyon kulesi, çevresindeki hareketli hayat, Berlin’in kalbinde atıyor gibi. Berlin’in ruhunu anlamak için vazgeçilmez bir durak. Burada ünlü markaların çok uygun fiyata satıldığı Tk Maxx mağazalar zincirinin de büyük bir şubesi var, laf aramızda burası benim favorim;)

Berlin’in ortasından akan bir de nehir var. Spree Nehri, şehre hem doğal hem de tarihi bir güzellik katıyor. Nehir boyunca yürüyüş yapabilir, teknelerle gezintiye çıkabilir veya nehir kenarındaki kafelerde oturabiliyorsunuz. Ama öyle bizim Eskişehir Porsuk çayı gibi güzel değil.



Berlin'in bu kesimi sizi yorar, soğuktan, düzenden, grilikten kaçmak isterseniz çaresi var. Gidin Kreuzberg’e. Bizim Türkler'in mekanına. Gürültü, hareket, canlılık, renklilik. Evet, nefis döner de, leziz baklava da, kahve de, müzik de burada. Mustafa’s Gemüse Kebap’ın ya da Hasır’ın o enfes dönerlerini tatmadan olmaz. Burası Berlin’in göbeğinde bir Aksaray. İşte tam burada: Almanya bizi kıskanıyor.



Yine de şehirde yaşamak bir deneyim, bir serüven olsa gerek. Diğer Alman şehirleri gibi sıkıcı değil. Evet, fazlaca gri ama içinde bir sıcaklık saklı.
Berlin, kendi ritmini bulmuş, kendi kimliğini yaratmış. Belki karmaşık, belki çelişkili, ama kesinlikle farklı.



İşte böyle, benim Berlin izlenimlerim.
Bu şehir, kültürün zengin mozaikleriyle bir arada, birbirini tamamlıyor Berlin, hem soğuk hem sıcak.
Berlin, birleşmenin ve ayrılmanın sembolü.
Berlin, gri duvarların arkasında saklı bir renk cümbüşü.
Ama Berlin, benim gözümde, Selin’im var diye bir başka güzel…
Madem Almanya'dayız kapanışı bir Alman atasözüyle yapalım: Hayatı olduğun gibi sev ama olabileceğin en iyi hali için çabala..

Sağlıcakla.