KORONA PARANOYASI
Öyle bir duruma geldim ki, “stockholm sendromu” gibi kendi adıma artık evden çıkmak
istemiyorum.
Üşenmeyip; yüzüne maske, ellerine eldivenler, çantada bulunması gereken
dezenfektan şişesi vs. sonra asansöre bineceksin, acaba benden önceki hapşırmış mıdır,
öksürmüş müdür daha ilk dakikadan psikozlar, nevrozlar...
Düğmelere basacaksın kolunla veya eldivenli elinle sonra arabaya bineceksin, tutacaksın marketin yolunu. Markete girmeden son bir maske eldiven kontrolü… Her şey tamam deyip girdin marketten içeri.
Market arabası sana evrimleşmiş dev bir virüs gibi görünür, ellemekten imtina edersin, her
ne kadar eldiven giysen de tutmak istemezsin. Sonra insanlar üzerine üzerine gelir gibi olur.
Bir “Walking Dead” zombisi saldırısı hissi ile insanların adeta sana bir virüs bulaştırmak için
yanaşmaya çalışmaları. Bir Rick değilsin ki Smith Wesson’u doğrultasın üstlerine…
Aslında kimsenin yanaşma hali yok fakat paranoid hormonlar “patron benim” demiştir bir kere
beyninde, sürekli ya bulaşırsa diye dolaşıyoruz etrafta. Makarna alacakken yanınıza biri
yanaşır gibi olur aman ki aman… Hemen gardınızı alırsınız ve kötü kötü bakarsınız.
Alacaklarınızı sanki bir yarış pistindeymiş gibi en hızlı ve en az temas ile alıp kasaya gelirsiniz.
Kasiyerle maskelerinize rağmen anlaşabiliyorsunuz, modern insan yeteneklerine yetenek
kattı ve Homo Sapiens 2.0 korona ile güncellendi…
Kasiyer arkadaşlar vakur; çok diyalog yok, temas yok, sen beni ben seni elledim derdi yok. En son ödeme olacak ve kartı artık kendimiz takıp halledebiliyoruz veya temassız özellik kullanıyoruz. Kart sahibinin kartı makinaya kendisinin yerleştirmesini yurtdışında görmüştüm, değişik ve gereksiz gelmişti. Meğer gün gelecek korona sayesinde bizlerde bu zorunlu davranışı öğrenecekmişiz. Başka neler mi öğreniyoruz bu aralar?
Birbirimizin “bir Türk geleneği olarak” dibine dibine sokulup, şap şup sarılıp “Naber Selincim
ya, oğlan nasıl, büyümüştür kerata vs vs.” diye ayak üstü yirmi dakikalık sohbetleri
yapmamayı öğreniyoruz. Market, hastane, banka ya da kamu kurumlarında en az iki metre
ara bırakmayı öğreniyoruz. Hastanelerde çok sinir olurdum aynı anda yirmi kişinin görevli
personelin ağzının içine yığılıp bilgi almaya çalışmasına.
Korona sayesinde araya soğuk rüzgarlar girdi ve herkes durması gereken sosyal mesafeyi öğrenmeye başladı. Mesela yere tükürmemeyi veya o diğer şeyi-dilim varmıyor anlayın siz!- yapmamayı da anlamış olabilir miyiz? Hapşırıp-tıksırınca neremizle ağzımızı kapamamız gerektiğini… Umarım bu karantina süresi bir anlamda toplumda birlikte yaşamaya dair bir hijyen kültürü oluşturmamız için yeterli bir süre olur…
Daha sonra marketten eve dönüyorken, birden arabayı şehir dışına sürmek geldi içimden
ama çıkamıyorduk maalesef. Polis abiler, nereye bacım diye sorabilirlerdi; “Nefes
alacağudum azcuk, memleket göreceğidim memur ağabey” diyemeyiz. Öyleyse ne
yapacağız? Tıpış tıpış eve döneceğiz. Arabayı tam gaz sürme düşüncesi ile birlikte aklıma
“Truman Show” daki Jim Carrey’nin deniz sahnesinde aslında tüm hayatının düzmece
olduğunu anladığı an geldi. “Hayır, senin yaşam sınırın buraya kadar, şimdi dön ve market-ev
arası git-gel yap, ey fani!” sesi yükseldi” ve direksiyonu kırdım eve…
Özgürlük ne güzel bir imkanmış… Oysa dağlar yemyeşil olmuştu ve papatyalar bembeyaz
sarmıştı ortalığı… Yanımdan akıp giden o kırmızı çiçekler gelincik miydi yoksa laleler açmış
mıydı? Bahar beni ele geçirmişti bir kere… Geçecek, geçecek diyorum içimden aklımda
ekonominin değişmez kuralı “hiçbir şey devamlı yukarı ya da devamlı aşağı gitmez”… İlla ki
bizi bekleyen bambaşka bir bahar vardır bir yerlerde… Beklemeye değmez mi?
Ne güzel demiş Mevlana Hazretleri;
Her şey vaktini bekler
Ne gül vaktinden önce açar,
Ne güneş vaktinden erken doğar
Bekle senin olan sana gelecektir…