ACIKINCA…

İsmail SERT

Aldıkları tıp eğitimi üzerine medya uzmanlığı yapıp, yaşam koçluğuna terfi eden şöhretli doktorlarımız var. Geliştirdikleri iletişim tekniklerini kullanırken bir hekimden daha çok bir mühendis gibi çalışıyorlar.
Konuşmaları sadece tıp verileri içermiyor. Çağdaş dünyayı kuşatan ne varsa, korkuların hedeflerin, şablonların, önerilerin koordinatlarını belirlediği bir alanda çalışıyorlar.
Zeminde bunlar olsa da yapının üst katlarını kapitalizmin pazarlamacı elemanları inşa ediyor. Açık ya da gizli reklamlar, gizliden de öte dayatmaya varan ince yönlendirmeler her gün tekrarladıkları sıradan işleri arasında.
Onların şifa bekleyen hastalarından çok seyircileri, okuyucuları, müşterileri, takipçileri hatta fanatikleri var. Onlar dev sağlık pazarının guruları. Daha üstlerinde bir makam yok.
Onlar ne derlerse o.
Su içme saatimizi de ayarlıyorlar, nasıl nefes alıp vereceğimizi de tarif ediyorlar.

Patlıcanın yanında ne yiyeceğimize de. En çok da kendimizi nasıl sürekli dinleyeceğimizi öğretiyorlar. Kendimizi dinlemeye başlayarak girdiğimiz yolun sonu, onları dinlemeye çıkıyor. Kitlelerini bilgileriyle, ardı kesilmeyen malumatlarla ele geçiriyorlar. Sonrasında güven eşiğinden atlatıp, bir odaya hapsediyorlar.
Sağlığımız onların elinde rehin. Medya onlara sayfalar, saatler ayırıyor. Neredeyse sağlıklı insan yok. Herkes ya bizzat hasta, ya da potansiyel hasta olarak bekleme salonunda.
Üzerimizdeki etkileri ile doğal hallerinden çıkıp gözümüzün önünde devleşiyorlar.
Hastalanmaktan, yaşlanmaktan ve tabii ölmekten korkan bizler onların anlattıklarının
kıskacında bir yaprak gibi sallanıyoruz.
Bir de hekimlerin alt kadrosu var. Tıp bilimiyle hiç ilgileri olmadığı halde, ‘beyaz önlük’ giyerek, ekran başarıları ve laf cambazlıkları üzerinden ilerliyorlar. Yaptıkları göz boyama olsa da ekranın büyüsü ve araya koyduğu mesafe, eksiklerinin üzerini örtmeye yetiyor. Konuyu önce karmaşıklaştırıyor, sonra toparlayıp sunuyorlar. En yalın bilgileri, karmaşık süreçlerden geçirip farklı formatlarla allayıp pullayarak karşımıza çıkıyorlar.
Son gürültü Dr. Mehmet Öz’den ve onun kahvaltı üzerine söylediklerinden çıktı. Aslında biraz kurcaladığımızda, ortadaki toz dumanın failinin bir manşet olduğu kolayca anlaşılıyor.
Dr. Öz, kahvaltı üzerine düşüncelerini açıklarken, söylediklerini kuvvetlendirmek üzere arada bir yerde ‘kahvaltı yasaklanmalı’ ifadesini kullanıyor. Muhabir meslekte kazandığı önsezi ile bundan iyi başlık olacağını, ilgi çekeceğini tahmin ediyor. Haberini bu kurguya göre hazırlıyor. Gerçekten de öyle oluyor. Yani beklenen gerçekleşiyor. İlle de kahvaltı diyenler, kahvaltıya övgüler düzenler, herkese kahvaltı yapmayı tavsiye edenler, doğal bir tepkiyle ayağa kalkıyorlar.
Çünkü bugüne kadar hep öyle öğrendik, öyle anlatıldı. Kabullendik. İçselleştirdik.

“Kahvaltı kral gibi yapılmalı” diye başlayan söz dilimizde taze. “Kahvaltını kimseyle paylaşma” diye başlayanı da biliyoruz. Kahvaltıyı ‘altın öğün’ olarak kodladık.
“Her öğün atlanır, kahvaltı atlanmaz.” diye ezberledik. Kendimiz yapamasak bile kahvaltıya söz etmedik, ettirmedik.
Yazılana göre Dr. Öz beş yıl önceki görüşlerini değiştirip kahvaltıya ihanet etmiş “gereksiz” iddiasında bulunmuştu. Hatta bununla yetinmeyip daha da ileri gitmiş, “kahvaltı yasaklanmalı.” demişti.
Oysa işin özü başkaydı: sözün yarısını dinleyip, dolayısıyla yarısını anlayıp öyle hükmedince yanlışa varmıştık.

Başa dönelim ve düzeltelim: Dr. Öz özetle diyor ki; “kahvaltıyı ve diğer bütün öğünleri acıkınca yapın.” Ya da tersinden söylersek; “Acıkmadan yemeyin.”
Modern dünyanın karmaşasında, kaosunda kaybettiğimiz bir ilkeyi hatırlatıyor. Biz de yanı başımızdaki prensibi, ABD’den seslendirilince duyuyoruz.
Uyanır uyanmaz değil, acıkınca…!, Saatimize bakarak değil, acıkınca…!, Aile ile arkadaşlarla toplanınca değil, acıkınca…! Kurulmuş sofraya rastlayınca değil, acıkınca…!
Evet acıkınca…