AŞINMIŞ YAYGARA
Aşınmış yaygaraların en tipik olanlarından birini, çok yakın zamanda, Fikri Sağlar’dan işittik. Geçmişte kaldığını sanıyorduk. Akıp giden hayatın bu ve benzeri yaygaraları dindirdiğini düşünüyorduk. Yanılmışız. Aşınmaktan sadece izi kalan eşiği aşamayanlar varmış.
“Başındaki çuvalı görmeden, başında başörtüsü olanları yargılamak”, derdini anlatma gayreti içindeki psikiyatrın dilinde bir metafor, bir dizi repliği idi. Diziden dışarıya taşacağına ihtimal vermiyorduk. Yanılmışız. Bu repliğin halen aramızda yaşayan kahramanları(!) varmış.
Öncesinde tetikleyen bir söz de söylenmemiş, bir olay da yaşanmamış. Bu çıkış kendiliğinden ve durup dururken! Bu kadar mı gündeme gelmek istedi? Bu kadar mı muhtaçtı hatırlanmaya? Anlaşılır gibi değil.
Sonrasına bakamadım. “Ben öyle demek istemedim”, “yanlış anlaşıldım” demiştir mutlaka. “Cümlem cımbızlandı”, “yargısız infaz yapıldı” demiş de olabilir. Hatta belki de “linç edildim” bile demiştir.
Başörtüsü bir ‘sorun’ olarak etiketlendi ve yıllarca her ortamda tartışıldı. Günler geceler boyu konuşuldu, bütün iddialar dile getirildi. Tekrar tekrar aynı iştahla başa dönüldü. Bıkmadan, usanmadan, aynı örnekler verilmeye devam edildi. Yıpratıcı süreçlerden geçildi, acılar yaşandı, gözyaşları döküldü.
Oysa başörtülü ile başı örtüsüz olanın el ele, kol kola, yan yana çekilen fotoğrafını görüyorduk her yerde. Aynı sofradaki, aynı sıradaki, aynı anfideki, aynı masadaki o doğal kareyi. Poz vererek de değil, hayatın içinden, ailenin içinden doğaçlama bir bakıştı.
O fotoğraf Türkiye’nin fotoğrafı değildi. O fotoğraf Türkiye idi. Fotoğraf da değildi aslında. Konuşuyorlar, dertleşiyorlar, anlaşıyorlar, kısacası; yaşıyorlardı.
Sonunda provokasyon iddiaları çöktü, bütün komplo teorileri iflas etti. Korkuların boşuna, paranoyaların gereksiz olduğu anlaşıldı.
Başörtülüler topluca bir merkezden emir almıyorlardı. Gizli ajandaları olduğu iddiası asılsız bir iftiraydı. Eylemli kalkışma suçu işlemiyorlardı. Amaçları devrim yapmak değildi. Gizli hesaplarına başka ülkelerden para yağmıyordu. Arkalarında dış mihraklar yoktu.
Sosyoloji dayatmış ve o parantez yıkılıp geçilmişti. Şehirleşmenin, üniversitelerin yaygınlaşmasının doğal sonucu yaşanıyordu. Sonunda hayat galip gelmiş, zaten olması gerekene, yüksek bedeller ödenerek ulaşılmıştı. Üstelik yara iyileştirilmiş filan da değildi. Sadece kabuk bağlamıştı. O kadar.
Evet, daha yüksek bir adalet arayışı var ülkede. Adalete daha çok güvenebilme talebi dile gitiriliyor. Ancak ona en olmadık yerden bakmak ne demek? Türbandan üniforma çıkarmak için bu ülkede hiç yaşamamış, sokağa hiç bakmamış olmak gerekir. Başka türden bir zorbalığın esiri olmak gerekir.
Başında örtü olan bir kadın hakim portresi çizmek! Ve o kadın hakimin aklını, eğitimini, öğrenimini, yeterliliğini sorgulamak! Sorgulamak da değil, kara çalmaya çalışmak! “Kaygılıyım” sırıtkanlığı ile olağan şüpheli konumuna hapsetmeye çalışmak!
Demek ki Sağlar hayalindeki kürsüye baktığında sadece bir başörtüsü görüyor! Dosyayı okuyan, delilleri inceleyen, kararı veren başörtüsü. Oradaki kadın sadece bir başörtüsü taşıyıcısı! Aldığı eğitimin, edindiği formasyonun önemi yok!
Diyecek çok söz var aslında. Ancak denileceklerin hepsi söylendiği için diyecek sözün kalmadığı da bir gerçek.
Ne yapmak istiyor Sağlar? Aşınmış ve aşılmış bir eşiğe kendisini zincirlemiş, radikal bir grubun sempatisine mi oynuyor? Onları örgütlemek, oradan çıkış yapmak mı istiyor? Oraya mı sesleniyor? Sonu gelmeyen, yıpratıcı, yaralayıcı tartışmaları yeniden başlatmayı mı amaçlıyor? Başörtüsü ile türban arasındaki farkların, bilimsel olarak(!) anlatıldığı, birine tahammülün bir vatandaşlık görevi, diğerine itirazın cumhuriyetçilik olarak tanımlandığı günlere geri dönmeyi mi özlüyor? Bunun mümkün olabileceğini mi sanıyor?
Neyse ki; Fikri Sağlar ve onun gibiler aşılıp geçildi. İyi ki; başörtülüler de başörtüsüzler de bu zavallı çıkışlara gülüp geçiyorlar.