CAMERA OBSCURA
Kamera yani oda, obscura yani karanlık. Fotoğraf makinasının görüntü oluşturma tekniğinin en basit anlatımı. Karanlık odanın bir duvarına açılan iğne deliğinden sızan ışık, arka tarafındaki görüntüyü karşı duvara yansıtıyor. Yalnız dikkat etmemiz gereken bir husus var. Görüntü duvara ters yansıyor. Gördüğümüzün gerçekte nasıl olduğunu anlamak için tersten bakmamız, açıkçası; fotoğrafta başaşağı duranı zihnimizde ayakları üzerine getirmemiz gerekiyor, ya da tam tersi.
Özetleyerek söylersem; sadece bakarak bir fotoğrafın gerçeğini görmemiz mümkün değil. Gerçeği ancak düşünerek yakalayabiliriz. Karl Marx, ‘düşünce’nin yerine ‘ideoloji’yi kullanmayı tercih etmiş. Diyor ki; “ideoloji devreye girmeden, olan biteni, yaşadıklarımızı anlayamayız”.
Bizim dilimizde de benzer bir söz var. Bazen tam isabetle, bazen söyleyişinin cazibesine kapılarak kullanıyoruz: “Hiçbir şey göründüğü gibi değildir”.
Giriş bahsini burada kesmek istiyorum.
Siyasetin gündeminde altı genel başkanın çektirdiği bir fotoğraf var. Bizim baktığımız taraftan en solda CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu duruyor. Ve O’nun yanına hizalanmış beş genel başkan…
Bu tek fotoğraf karesi, tüm memleket muhalefetinin güçlü arka planı olacak kadar genişletilmek üzere çekiştiriliyor. Oysa o bir fotoğraf. Çekiştirilerek daha geniş alana yayılamaz. Çekiştirdikçe olsa olsa gösterdiği kadarını da gösteremez hale gelir.
Yazının başındaki tespitlerden bağımsız olarak devam edersem; fotoğraf bir enstantane, bir çerçevedir. Gösterdiklerini o ana ve o kadraja hapseder. Üstelik bir gösterdikleri vardır, bir de gizledikleri. Bu anlamda gizledikleri gösterdiklerinden daha fazladır.
Fotoğraf hatırlamaz, konuşmaz, itiraz etmez, talep etmez. Fotoğraf soru sormaz. Fotoğrafa da soru soramayız. Cevap vermez. Fotoğraf bizi anlamaz. Anlamak bir yana, dinlemez bile.
Elimizde bir fotoğraf, biz fotoğrafa bakıyoruz, fotoğraf bize bakıyor. Fotoğraftakiler birbirleriyle konuşsalar, neler konuştukları üzerine bizimle konuşsalar, anlamaya, anlamlandırmaya başlayacağız. Ancak fotoğraf konuşmuyor. Fotoğrafın lâl oluşunu, kendimize açılmış bir alan olarak kullanıyor, durmaksızın konuşuyoruz.
Biraz geri çekilsek, fotoğraftakileri konuştursak… Biz sorsak, onlar cevaplasa, yeni başlıklar açılsa, giderek zor konulara sıra gelse, en tartışmalı alanlara uzansak…
Neler demezler ki!
Biri, “İçinizde başbakanlık yapmış olan sadece benim, parti başkanı olarak girdiğim seçimlerde en yüksek oyu alan da, profesör olan da benim” demez mi?
Bir başkası; “Ekonominin en kötü olduğu dönemdeyiz. Ben olmasam ‘çare’ gibi görünmezsiniz, zaten ekonomiyi de bensiz düzeltemezsiniz. Bunun farkında değilsiniz” demez mi?
Birinin “En iyi, en yükselen benim, kadınlar oy verecekse benim sayemde olacak” demesi kimi şaşırtır?
Biri şöyle demez mi: “En küçük partinin başkanı olarak beni en kenara koydunuz, ancak yüzde 50+1 sisteminde, 1 tek oyun bile öneminin olduğu bir sistemde olduğumuzu unutmayın. İşte o bir oy benim oyum”.
Birinin “Sizi bir araya getiren, içinizde en çok fedakarlık yapan benim. Beni halay başı yaptınız. Bunun yeterli olacağını mı sanıyorsunuz? Herkes yerini bilsin, ağırlığını doğru tartsın” demesi beklenmez mi?
Yine bir başkası, “Beni Sivas Belediye başkanı olarak görmeye kalkarsanız yanlış yaparsınız, siyasi koordinatları itibariyle en kritik yerde duran bizim partimiz” demez mi?
Fotoğrafın donuk görüntüsü karşısında; bu replikler siyasetin, daha da ötede, hayatın gerçekleri değil mi?
Farkındaysanız, yine başladığımız yere döndük. Bir fotoğraf, yan yana durulamadığı günlerden, birlikte fotoğraf çektirebilme aşamasına gelinmişse elbette bir şeydir. Ancak bir fotoğraf, bir fotoğraftır. Dünle birlikte gitmiş bir anı gösterir.
Ve dünün fotoğrafı ile bugünün geçitleri aşılamaz. Dünün fotoğrafı, bir fotoğraf olarak kaldıkça yarının yolunu açamaz.