EMPEDOKLES'İN DAVETSİZLERİ

İsmail SERT

Amin Maalouf’un 8 yıl aradan sonra yayınladığı romanı ‘Empedokles’in Dostları’nı hafta sonu karantinasında okudum.
Maalouf salgından önce yazmış olsa da romanda dünyayı tehdit eden/edecek bir virüsten söz edilmesi şaşırtıcı. İlginç bir tesadüf olarak da bakabiliriz, ütopya ya da distopya kurgulamak isteyen bir yazarın, dünyanın gidiş yönünü doğru okuması olarak da yorumlayabiliriz.   
Zaten bu türden bir tartışma var. Roman Koronavirüs marifetiyle kapısından itilip bir ucundan yaşamaya başladığımız ‘yarın’da mı geçiyor? Bir distopya mı, yoksa bir ütopya mı? Genel görünüm daha çok bir distopya. Ancak hem elektriklerin kesilmesiyle, hem de metafor olarak karanlıkla başlayan bu distopya sayesinde bir ütopyaya ihtiyacımız olduğunun farkına varıyoruz. Yazarın deyişiyle “tarihin sayaçlarının sıfırlandığı” bir büyük kırılmada ‘umut’ arayışındayız.  
Maalouf’un romana zemin teşkil eden temel tezi; soğuk savaşın ardından sahici, güvenli ahlaklı ve sürdürülebilir bir düzen kuramamış olmamız. Dünyaya açgözlülükle ve hırsla saldırmışız. Eksiklerimizi görmemişiz, hatalarımızı sürdürmüşüz ve sonunda herkesin günahkar ve sorumlu olduğu bugünlere gelmişiz.   
Birey ya da ulus olarak ‘öteki’ hakkında yüzeysel bilgiyle yetiniyoruz. Yetersiz bilginin ürettiği önyargı ve nefretle örülen dünyada, çoğumuz kendimizi kuşatılmış, tehdit altında ve dışlanmış hissediyoruz.
Hayatın günlük işleyişine teknoloji el koymuş durumda. Neredeyse her işimizde ona bağımlıyız. Bizi gözetliyor, dinliyor, uyarıyor, sınırlandırıyor, hareketlerimizi takip ediyor ve kurallarını dayatıyor.  
Teknolojinin despotik krallığını daha da genişleteceği geleceğin dünyasında ise bizi ‘yalnızlık’ bekliyor. Geçmişimizi unutturan, içimizi oyan, her geçen duvarlarını yükselten bir yalnızlık!... Üstelik yalnızlığımıza aşkla bağlanıyoruz. O koza bizi öyle sarıyor ki; karşısına ne konursa konsun, tercihimiz yalnızlıktan yana oluyor.
Hayvanlar dolaşıyor sürgün hayatı yaşadığımız yalnızlık adamızda. Gelip bizi bulmaları an meselesi olan yırtıcı hayvanlar… En irilerinin adlarını da, eşkallerini de biliyoruz: Nükleer silahlarımız ve kimyasal bilgi birikimiz… Öyle güçlüler ki; ürkmeden edemiyoruz. Her sabah ‘büyük çatışma günü gelmiş olabilir mi?” diyerek uyanıyoruz.
Şimdilik, ihtiyaçlar sıralamamızın ilk iki maddesini ‘sağlık ve internet’ olarak ifade etsek de yakın zamanda ‘internet ve sağlık’ olarak değiştirmekten korkuyoruz. Yani; internet yoksa sağlığın ne önemi var anlamında!...
Kuralsızlaşmış dünyada, elimizdeki yıkım araçlarıyla kaosa doğru yürüyoruz. Ya uyumu yakalayıp bir arada yaşamayı öğreneceğiz ya da bir felakete sürükleneceğiz. Tarihe bakıp “bu işleyiş hep böyleydi, böyle de devam eder, korkacak bir şey yok” diyemiyoruz. Tehlike hiçbir çağda olmadığı kadar büyük.
Romanda kendilerine ‘Empedokles’in Dostları’ diyen bir grup gizemli insan, ‘kurtarıcı’ sıfatıyla dünyaya çıkageliyorlar. Peki kim bu ‘Empedokles’in Dostları? Ondan önce; kim bu Empedokles?
Empedokles, MÖ 400’lerde yaşamış, dört temel öğeye, yani su, ateş, hava ve toprağa, sevgiyi ve nefreti de eklemiş Sicilyalı bir filozof. Aynı zamanda insanlığın bütün hastalıklarını tedavi edebilme fikriyle büyülenmiş halde şiirler yazan, yüksek hayal gücüyle, ölümü yenmekten söz eden bir şair. Kendisine tanrısal bir güç atfedenler bile var. Birgün Empedokles patlamakta olan Etna Yanardağı’na tırmanıyor. Sonrasına dair bilgi yok. Kraterin ağzında tek sandaleti bulunuyor. Düştü mü, düşürüldü mü, intihar mı etti? Bilinmiyor. Bu gizemli kayboluş, efsanesini daha da büyütüyor. Takipçilerinin üç düşmanı var: cahillik, hastalık ve ölüm.
Amin Maalouf’un anlattığı ‘Empedokles’in Dostları’, onun takipçilerinden günümüze yetişenler. Onlar ‘antik doktrinli ikincil/alternatif insanlık’. Öteki adlandırmalarıyla; ‘Kusursuz Üstün İnsanlar’, ‘Müdahil Ulus’, ‘Çete’, ‘Diğerleri’ ya da ‘Davetsizler’.
Romanı bitirip gerçek dünyaya dönüyorum. Şehir ıssız. Şehir içine kapanmış. Sokakları kaygı bekliyor. Çare bizden, kendi içimizden, kendi dünyamızdan ve tarihimizden.