ÖNÜMÜZDEKİ MAÇLARA BAKACAĞIZ!

İsmail SERT

Futbolda, milli takım düzeyinde yeni bir nesil yakalamıştık.
Gençtiler.
Takımlarının yıldızıydılar.
Çoğunluğu yurt dışında top koşturuyordu, yani lejyonerdiler.
O hissi yaşamamaları için adlarını ‘bizim çocuklar’ koymuştuk.
Yazmaya başladığımız ‘büyük hikaye’nin başlığı bu idi.
Turnuva öncesinde onlar da bu yeni hikaye yazma girişimine heyecanlarıyla, tempolarıyla, oyunlarıyla ve de golleriyle karşılık vermişlerdi. Aklımız duygularımızı takip etmiş, umudumuz tavan yapmıştı. Başlarken ‘sürpriz favori’, ‘gizli yarı finalist’, hatta belki ‘finalist’ idik. Şampiyonluk için ‘neden olmasın?” diyenlerimiz bile vardı.
Pandeminin boğuculuğunun, ekonomik zorlukların ve daha birçok olumsuzluğun üstünü onların başarıları ile örtecek, düze çıkacaktık.
İlk maçımızda İtalya’ya kolay teslim olduk. Bir parça hüzünlendik ama “olsun” dedik, “bizim için turnuva Bakü’de, kardeş Azerbaycan Türkleri önünde başlayacak”. Bakü’de maça çıkarken ilk maçın yenilgisini kafamıza takmıyor görünüyorduk. Galler çetin ceviz çıktı. Tribün bizim renklerimizde olsa da sahada varlık gösteremedik. Onlar mı iyi oynuyordu, biz mi kötüydük?

Maçtan sonra epey tartıştık, epey üzüldük.

Üçüncü maçımız da Bakü’deydi.
Olanca iyi niyetimizle olasılık hesapları yapıyor, en iyi 4 üçüncü arasına girip gruptan çıkmayı umut ediyorduk. ‘Türk Duvarı’ denilen defansımız beş dakika içinde dağıldı. İstatistik düşkünlerinin buldukları veri şuydu:
İsviçre Avrupa Şampiyonası tarihinde ilk kez, bir maçın ilk yarısında iki gol birden atmıştı. Yine de takımımızda direnenler, motivasyonunu kaybetmeyenler vardı. İlk ciddi şutumuzu bu son maçta attık. Tekrar tekrar denedik ve neyse ki bir gol atabildik. Bu arada rakip üçledi ve maç bitti. Maçla birlikte bizim için de macera bitti.
Şimdi üç maçı birlikte değerlendirebiliyoruz. Ne hücum planımız vardı, ne defans organizasyonumuz! Çok da koşmadık. Ritim tutturamadık. Neredeyse hiç direnmedik! Skora isyan etmedik. Toplamda üç maçta sıfır puan, -7 averajla turnuvayı bitirdik.
Belçika ile birlikte ‘en az gol yiyen takım’ olarak gelmiştik, grup maçları itibariyle ‘en fazla gol yiyen takım’ olarak defteri kapattık. Kahroluyoruz. Hayal kırıklıklarımızı saklayacak yer bulamıyoruz.
Gün be gün, duygusallığımızla oluşan bulut kümesi hafif hafif dağılacak. Aklımız devreye girecek de yanlışlarımızı, eksikliklerimizi görebileceğiz. Şimdilik en azından soruları alt alta sıralayabiliyoruz.
Fazla özgüvenden doğan şımarıklık mı? ‘Yıldız’lar üzerinden oluşan takımda, yeterince birlik olamama hali mi? Transfer pazarlıkları Milli Takım kampına virüs gibi girdi de kafaları mı karıştırdı? Aile ortamındaki kamp moral vermek yerine gevşemeye mi yol açtı?

Şenol hocanın favori oyuncularının yerlerinin garanti olması, gücümüzü ne oranda etkiledi?
Futbolun adaletsizliği ve seyircinin fantastik oynayana kayan gönlü bir yana, Şenol hocanın adaletinden şüphe mi var?
Hocanın gözdeleri orayı ne kadar hak ediyorlar?
Peki ya kulübede unuttukları!... Hocanın tarzı ‘küskün’ üretiyor mu?
Yoksa turnuva öncesindeki Hollanda ve Norveç maçlarında oynanan iyi futbolu değil de Letonya maçındaki kötü performansı mı referans almalıydık? Umutlarımızı o maça göre mi ayarlamalıydık?
Sistemimiz mi kötü? İyi sistemi kötü mü uyguladık? Biz iki şıklı tartışırken buz gibi başka soru geldi çöreklendi:
Yoksa sistemimiz yok mu?
Şenol hocanın “sorumlu benim” demesinin elbette pozitif bir yanı var. Ancak analiz burada kalmaz, kalmamalı.
Bir kere; şapkamızı çıkarıp önümüze koymalıyız. Ders çıkarmaya, çıkardığımız dersi çalışmaya hazır olmalıyız. Elbette “önümüzdeki maçlara bakacağız”.
Bu cümlenin içindeki maçı bir kenara koyalım. Çünkü günü gelecek, maça çıkılacak.
Ancak ‘önümüz’ neresi?
Önümüzü tam görebiliyor muyuz?
Ve daha önemlisi; bakmayı öğrenmemiz gerekiyor.