SİYAH BEYAZ GALATASARAY

İsmail SERT

Galatasaray sarı kırmızı renklerine, siyahı ve beyazı eklese yeridir. Son iki sezonda, ligin
ilk yarısında siyah, ikinci yarısında beyaz bir Galatasaray izledik. Bu sezonun da ilk yarısı
siyahtı. Öndeki tablo siyahla açıklansa da görünenin arkasında simsiyah bölgeler vardı.
Kulüp içindeki çekişmeler, takım içindeki uyumsuzluklar, hocanın aldığı cezalar, mali
problemler… ‘Al birini vur ötekine’ydi. Umutsuzdu. İyileşmenin nereden başlayacağını
kestirebilen yoktu. Ufukta düzelme işareti görünmeden ilk yarı bitti.
Fatih hoca ısrarla “lig asıl ikinci yarı başlayacak, ikinci yarı sert geçecek.” dese de, o söz
de bu kaos ortamında buhar olup gitti.
Ligin ikinci yarısı yeni başladı. Kupa maçını da sayarsak; iki karşılaşma izledik ve takım
açısından baktığımızda, ‘beyaz’ ucundan göründü.
Göründü görünmesine, ancak yanında sorular da var. İlk yarı neden bu kadar siyah,
ikinci yarı neden bu kadar beyaz? Bu sert değişim ve hızlı dönüşüm nasıl izah edilebilir?
Sadece spor terimleri ile açıklamak zor. İşin içine fizik, kimya, matematik… neyi dahil
edeceğiz de anlayabileceğiz? Sporun içinden bir deyimle, bu ‘geri dönüş’ü çözebilen
varsa bize de anlatsın.
İlk yarıda iki ihtimalden hep mi kötü olan gerçekleşti? Topun canı vardı da hep mi
Galatasaray’a karşıydı? Domino taşları hep tersine mi yıkıldı?
Defans iyi olduğunda kaleci mi kötü günündeydi? Kaleci ve defans görevini yaptığında
ileridekiler mi beceriksiz davrandılar? Üç puan alınacak maçlarda, son dakikada yapılan
bireysel bir hatalarla iki puanlar uçup gitti mi? Ya da hiç biri olmadığında, hakemler mi
sonucu etkiledi? İkinci yarı bunların hepsi, siyahtan beyaza mı geçiyor? Ne diyebiliriz?
Üst düzey bir strateji mi uygulanıyor? Bilimsel yöntemler, takım içi hesaplamalar,
rakipleri analiz etmeler…? Türkiye’deki futbol bu kadar mı bilimsel oldu? Bütün bir ilk
yarı bu etüdlerle mi geçiyor?
Yoksa ‘tam Türk işi’ mi? Yani zora girmeden koşturmamak?! Tehlikeyi görmeden
performansını göstermemek?! “İlk yarı idare eder, ikinci yarı asılırız.” mı deniyor?
Yabancı ağırlıklı oynayan, hatta bazı maçlara 11 yabancı ile çıkan takımın durumunu
böyle de açıklayamayız!
İzahı ister yapılsın, ister yapılmasın, ortada siyah-beyaz bir tablo var.
Uzun ve ağır sakatlık geçirmesine rağmen vaktinden önce hazır hale gelmiş ve bıraktığı
yerden devam ediyor. Emre Akbaba örneği.
Tribüne gönderilenler ya camiaya, taraftara, hocaya küserler, ya da topa… Öyle olmamış
bütün küskünlüklerini tribünde bırakmış, üstelik hırslanıp dönmüş. Linnes örneği.
İlk yarıda dizi dizi mazeretleri sıralayıp da doktorları, masörleri dolaşan, şimdi sahada
yeteneklerini sergiliyor ve “futbolu unutmuştur” diyenleri yanıltıyor. Falcao örneği.
“Nagatomo’nun ilk günlerindeki yeri dolar mı?” diye soranlara cevap olarak yerini almış.
Saracchi örneği.
Bir kendine gelenin yanına biri daha eklenmiş. Bir koşanın peşinden öteki de koşmaya
başlamış. Olumlu hava herkese bulaşmış. Ve o takım gitmiş, bu takım gelmiş.
Topu kaybedince arkadaşına çıkışan futbolcu gitmiş, topu kaybetmeyen adam gelmiş.
Sahaya mazeret aramaya çıkan, kazanmaya mecali kalmamış takım gitmiş, isteyen takım
gelmiş. Bunu duyan ötekiler de gelmiş. Tempo gelmiş, yardımlaşma gelmiş, dikkat
gelmiş. Ve hepsinin üstüne ‘moral’ gelmiş. İki maçlık yorum böyle.
Bu yıl mutlu sonla biterse ne olacak? Soru biraz abes oldu. Cevabı belli. Her zaman ne
oluyorsa, bu yıl da öyle olacak? Camia sevinecek, taraftar coşacak, futbolcular hem
sevinip, hem primlerini sayacaklar.
Herkes “Fatih Terim’in bir bildiği varmış.” diyecek. Fatih Terim’in kredisi artacak.

Peki gelecek sezon nasıl başlayacak? Taraftar ligin ilk yarısında maça gelmekte
nazlanırsa, “daha lig başlamadı ki…” derse kim ne diyebilecek? Yarı sezonluk taraftarlık
modası başlarsa ne olacak? ‘Tam sezonluk oyun, yarı sezonluk mücadele’ alışkanlık
yaparsa, iş nereye varacak?, Kazanıldığı için sevimli duran, adı konmamış strateji hep
tutacak mı?