KENDİMİZİ BİLMEDEN YANLIŞLARIMIZI DÜZELTEMEYİZ

Tuncay DAĞLI

Hayatın bu kadar karmaşık bir hale geldiği, çoğu insanın ne yapacağını bilmediği, nasıl adım atacağını kestiremediği bir dönemi, yarım asırı geçen yaşamımda hiç hatırlamıyorum.

Aklınıza hemen koronavirüs gelip, her şeyin sorumlusu olarak, bir buçuk yılı aşkın bir süredir tüm dünyanın başına bela olan pandemiyi gösterebilirsiniz.

Peki ya koronavirüs salgını olmasaydı?
Elbette ki bu salgın yalnızca birey ya da toplum olarak yalnızca bizlere değil, tüm dünyaya, tüm insanlığa çok şey öğretti, hala da öğretmeye devam ediyor.
Çünkü böylesini ilk kez yaşıyoruz.
Bizden çok önceki nesiller farklı şekillerde, değişik nedenlerle bu tür sıkıntılar, sorunlar yaşamış. Hastalıktan kırılıp giden, savaşlarda yaşamını kaybeden milyonlar olmuş. Ama biz bu olayı ilk kez yaşıyor ve açıkçası çok çok pahalıya mal olan bir yaşam tecrübesi ediniyoruz.

Bu arada dünya genelinde milyonlarca insan da daha neyin ne olduğunu anlayamadan yaşama veda ediyor.
Bizim etmeyeceğimiz ne malum. Kim, neyi garanti ediyor?
Gerçekten de ne olacağımız meçhul. Herkes kendi canının derdine düşmüş, hayata tutunma mücadelesi veriyor.
Tabii bu durumda yaşamak için neyin ön planda tutulması gerektiği, kişi, toplum, ülke ve dünya olarak nelerin öncelikli olması gerektiğini de acı bir şekilde öğreniyoruz.
Bizim başımıza gelen bu olay elbette ki gelecek nesiller tarafından bir ders olarak alınacak. Alınmaması mümkün değil. Ancak zamana ve olaya göre bazen eldeki tecrübeler de yetersiz kalabiliyor.

Geçmişte yaşanan salgınlarda, veba, tifo, kolera, kızıl, kızamık, çiçek gibi hastalıklardan binlerce insan ölüp gitmiş.
İnsanlık aşısını bulup, tedavisini yaparak, başa bela olan bu illetlerden kurtulabilmiş. Bu hastalıklar tamamen dünya üzerinden silinip gitmese de aşısı, tedavisi olduğundan şimdi biz bunlardan korkmuyoruz.
Nasıl olsa ölmeden paçayı yırtarız diyoruz. Ama aşısı ve tedavisi bulunmadan önce geçmişte bu hastalıklara yakalananlar böyle diyememiş. Tıpkı şimdi bizlerin şuan koronavirüse karşı diyemediğimiz gibi.

Yaşadığımız bu salgınla ne kadar zamanda ve nasıl başa çıkacağımızı, sahip olduğumuz tecrübelere dayanarak az çok tahmin etsek de, elimizdeki imkanlarla bunu hemen yapamadığımız için korktuk, hala da korkuyoruz.
Bir buçuk yıl içinde öyle ya da böyle koronavirüs aşısı bulundu.
Hem de birkaç çeşidi. Bu sayede milyonlarca insanın yaşamı kurtulacak.
Ama salgının başından beri yitip giden binlerce insan var.
Hala da giden gidene.

Ancak yaşadığımız bu olayın bize öğrettiklerini yalnızca, “bir salgından nasıl kurtuluruz, yayılmaması için ne şekilde önlem alır, adımlarımızı neye göre atarız?” çerçevesinde görmemeliyiz.
Çünkü fotoğrafın geneline baktığımızda ders almamız gereken çok daha başka şeyler var.
Yazımın başında da söylemiştim. “Ya bu salgın olmasaydı?” diye.
Evet, şuan bu salgın olayını hiç yaşamamış olsaydık, hayatımızda nelerin eksik olduğunu, özellikle de manevi açıdan neleri kaybettiğimizi anlayıp, görebilecek miydik?
Çoğu kişi içinde bulunduğumuz durumun farkında ama bazılarımızın öyle olduğunu hiç sanmıyorum.

Çünkü insanoğlu bazen elindekilerin kıymetini ancak kaybedince anlıyor. Zaman son hızla geçip giderken, hayatın akışına kendisini öylesine kaptırıyor ki, delicesine koşan biri gibi, üzerinde ne varsa sağa sola saçılıyor.

İşte şimdi aynen böyle bir durum söz konusu. İnsanlar birbirine olan güvenini yitirdi. Saygıyı, sevgiyi kaybetti.
Geleceğe yönelik umutlar tükendi. Yardımlaşma, dayanışma ruhu öldü. Koşulsuz, beklentisiz dostluk, arkadaşlık alıp başını gitti. “Biz” duygusu anlamını yitirmekle kalmayıp, yerini tamamen bencilliğe bıraktı.
Her şeyin daha fazlasına tamah etmek, mal, mülk, para hırsıyla yaşamak, dünyanın kimseye kalmayacağını unutanları, doyumsuzluğun pençesine düşürdü.

Sonra da kendi kendimize “biz hangi ara böyle olduk?” diye sormaya başladık.
Allah gariban kulunu sevindirmek için önce eşeğini kaybettirir, sonra da buldururmuş.
Peki biz kaybettiğimiz güveni yeniden bulabilecek miyiz?
Kolumuzu kaptırma korkusundan uzatmaya korktuğumuz elimizi, karşımızdakine yeniden uzatabilecek miyiz?
İç dünyasını hücrelerine varana kadar görüp, öğrendiğimiz insanları yeniden sevip, sayabilecek miyiz?
Gerçekleştirmek istediğimiz hayallerimiz yeniden olacak mı?
Geleceğe umutla yürüyebilecek miyiz?

Bunları yapabilmek çok zor, ama olmaz değil. Yeter ki bireysel olarak neyimizi kaybettik, elimizde ne kaldı, ihtiyacımız olan nedir bilelim.
Kısacası önce kendimizi bilip, sonra yanlışlarımızı düzelterek, yolumuza önümüzü görerek devam edelim. Aksi takdirde ne giden geri gelir, ne de kaybedilenler bulunur.
Biz de “biz hangi ara böyle olduk?” diye sora sora yaşamaya devam ederiz. Ona da yaşamak denirse tabii.