• Reklam
Emin YEĞİNBOY

Emin YEĞİNBOY


INGMAR BERGMAN’IN KADIN YÜZLERİ

22 Haziran 2019 - 13:00

Yaşasaydı bugünlerde 100 yaşında olacaktı İsveçli usta yönetmen Ingmar Bergman. Tüm filmografisi boyunca insana, hayata ve ölüme dair en temel sorular üzerine kafa yordu. Her yeni filmiyle bu sorulara verdiği cevaplar sürekli yenilendi.

Yaşamları ve sinema arasında bir bağ oluşturan yönetmenler, sık sık çocukluklarına dönerek bu dönemi filmlerinde yeniden yaşarlar.

Fellini Rimini’de geçen çocukluk ve gençlik yıllarını “Aylaklar” ve “Amarcord” üzerinden neşeli bir tonda sonsuzluğa taşırken, Ingmar Bergman çocukluğunu travmatik ve kabus dolu yıllar olarak anımsadı.

O dönemin travmalarını Tanrı’yı sorgulayan, babayı yargılayan unsurları birçok filminin ana temalarına iliştirdi. Son filmi olarak tanımladığı “Fanny ve Alexander” çocukluğunun kabus yıllarını üç saatlik bir epik öykü olarak anlattı.

Luterci bir papazın oğlu olarak dünyaya gelen Bergman dini katı kurallar altında yetişti. Ceza, dua , itiraz edememe çocukluk yıllarının karanlığı, kabuslarının kaynağı olur.

Babasının sert, otoriter kişiliği yalnız küçük Ingmar’ı değil annesini de yıpratır. Annesi sonunda evi terk eder, aktör olan sevgilisi ile yaşamaya başlar. Babasının intihar etme tehdidi sonrası tekrar geri döner.

Ingmar annesi ile sığınma ve sevgi dolu bir ilişki yaşar. Farklı eksenlerde yazdığı senaryoları ile yaşamı sorgulayan Ingmar Bergman’ı bu yazıda kadın iç dünyasını incelediği, yüzleri ve elleri iletişim aracı olarak kullandığı filmleri ile anacağız. Yüzleri ön plana taşıdığı filmlerinde hep annesinin yüzünü canlandırmaya çalıştı.

Bir oyuncunun yüzü en güzel ifade aracıdır. Bakışları her şeyi anlatır. Kamera tümüyle nesnel bir gözlemci gibi yaklaşmalıdır ona…”

Bu yaklaşımını en güzel ifade ettiği filmleri arasında “Sessizlik”, “Persona”, ”Çığlıklar ve Fısıltılar”, ”Sonbahar Sonatı”, “Yüz Yüze” sayılabilir.

Kadın yüzünü tuval üzerindeki bir portre kadar güzel, anlamlı sunan görüntü sihirbazı Sven Nykvist yüzler döneminin mimarıdır denilebilir.

Kameranın odakladığı yüze düşen ışık ve gölge, umudu, umutsuzluğu, boşluğu, korkuyu, sevgiyi, sevgisizliği unutulmayacak resimlere dönüştürdü. Bergman karakterlerinin yüzleri kadar ellerini de duyguları yansıtmakta kullandı.

Eller ve yüzler duyguları seyirciye iletti. İsveçli usta sinematografik büyüsünü perdeyi bir tiyatro sahnesi gibi düşünerek yarattı.

Sessiz, sakin kameranın yakaladığı uzak plan sekanslar, yakın plan yüz ve eller onun sinematografisinin değişmez unsurları oldu. İçinde hiç sönmeyen tiyatro aşkı onun tüm sinema kariyerine eşlik etti. Her kış mevsimini yoğun olarak tiyatro ile uğraşarak geçirdi. Yaşamı boyu 170 kadar oyunu sahneye koydu.

 

ODA ÜÇLEMESİ

Ayna Gibi”, “Winter Light” ve “Sessizlik” oda üçlemesi olarak tanımlanır. Bunların arasında “Sessizlik-Tysnaden” (1963) içerdiği sinematografik büyü ve iletişimsizliği en acımasız haliyle sunması açısından sarsıcı ve unutulmazdır.

Bir tren seyahati sırasında hastalanan Ester (Ingrid Thulin), kızkardeşi Anna (Gunnel Lindblom) ve 9 yaşındaki Johan bilmedikleri bir şehirde konaklamak zorunda kalırlar. Adı sanı, lisanı belli olmayan bu ülkede askeri darbeyi işaret eder şekilde tanklar dolaşmaktadır.

Yerleştikleri otelde akciğer hastalığı artan Ester yatağa bağımlı olur. Kızkardeşi Anna’dan daha fazla ilgi talep eder. Anna ise tatilci havasında kendi hayatını yaşar; giyinir, kuşanır eğlenceye takılır, tanıştığı bir garson ile ateşli bir sevişme yaşar.

Ablası Ester ile yaşadığı şiddetli tartışmada ondan ve onun yaşantısını yönlendirmeye çalışmasından nefret ettiğini haykırır. Küçük Johan ise otel koridorlarında dolaşır, bir cüce gösteri grubunun odasına girer. Mutlu bir çocuktur. Hasta Ester’in bakımını yaşlı bir otel çalışanı üstlenir. Tek kelime konuşamadan sevgi ve özenle iyileştirmeye çalışır.

Sonuçta Anna, Ester’i hasta yatağında bırakır ve Johan’ı alarak trenle geri döner.

Tanrı’nın sessizliğe bürünüp kimseye yardım etmediği, sevginin boşluğa dönüştüğü, bireylerin şüpheye düştükleri bir durumdur.

Pencereden süzülen ışık yatakta yalnızlığın ve hastalığın pençesindeki Ester’in yüzünü aydınlatır. Tanrı sıkışmış kuluna ışığını göndermiştir. Filmin umut veren tek sekansı olur.

Persona” (1966) odak noktasına bir kez daha iki kadının ilişkisini alır. Kimliğin rol modeline dönüşmesi, rol modelinin kimliğin yerine geçmesi. Sahnede Elektra’yı oynarken aniden susan Elisabeth’in (Liv Ullmann) bakımı ve iyileşmesi için hemşire Alma (Bibi Andersson) görevlendirilir.

Susan ve susmayan iki kadının birlikteliği zamanla maske-yüz, gerçek-yalan, rol-kimlik ikilemleri arasında değişmeye başlar. Karakterlerin kırılmaya başladığı birisinin diğerine dönüşmeye başladığı görsel estetik an unutulmaz bir sekans olur. Yüzlerin tüm ekranı kapladığı, bakışların seyirciye karşılık verdiği anlar çoktur. Bu anlar izleyiciyi kırılmaya, dönüşüme ortak eder. Düş ve gerçeğin birbirine iç içe geçtiği öyküde hemşire Alma kasıtlı konuşmayan hastasının maskesini düşürür onun gerçeğini çözer. Bu süreci yaşarken kendi içinde yaşadığı değişim de sarsıcıdır, gerçeğini yitirir. Seyirci düş ve gerçeği ayırt etmede zorlanır.

Çığlıklar ve Fısıltılar-Visningar Och Rob”(1972)

Acı içinde amansız hastalığın pençesinde kıvranan Agnes (Hariett Andersson) ve kız kardeşleri Karin (Ingrid Thulin), Maria (Liv Ullmann) bakıcıları Anna çevresinde geçer. Acının ve ölüm korkusunun çığlığa dönüştüğü yerde, sevgi ve dostluk fısıltı kadar zayıftır.

Agnes’in dinmeyen acısı, çığlıkları herkesi üzmektedir. Ona yıllardır bakan Anna yardım için en fazla çırpınandır. Ölüm acısı araları yıllardır soğuk olan Maria (Liv Ulmann) ve Karin’i (Ingrid Thulin) birbirine yaklaştırır.

Önce Karin Maria’ya karşı hissettiği sevgisizliği sözlere döker, sonrasında Maria’nın sıcak yaklaşımından etkilenir. Bu anlık yaklaşım sonrası her ikisinin bencil ve kıskanç karakteri uzlaşmayı imkansız kılar.

Bergman kullandığı koyu kırmızı tonlar ile tüm filmi boyuyor. Odalar, duvarlar, mobilyalar, yüzleri aydınlatan ışıklar, geçmişi anımsamalarda her şey kırmızıya boyanmış. “Kırmızı ruhun rengidir” der Bergman.

Sonbahar Sonatı-Höstsonaten”(1978)

Bir anne kız arasındaki iletişimsizliği etkileyici biçimde anlatır. Sonbahar buluşması en son söyleneceklerin söylendiği yüzleşmeye dönüşür. Yaşamını piyano kariyerine adamış olan Charlotte (Ingrid Bergman) ve kızı Eva (Liv Ulmann) yedi yıl sonunda tekrar bir araya gelirler.

Bir papaz ile evli olan Eva’nın oğlu dört yaşındayken boğularak ölmüştür. Spastik özürlü kız kardeşi Helena’da Eva ile birlikte yaşamaktadır. Kendine dönük hayatında kızları ve kocası ile yeterince ilgilenmemiş olan Charlotte bu durumun yarattığı travmanın farkında değildir. Eva ile konuşmaları yavaş yavaş hesaplaşmaya dönüşür. Eva sözü “senin gibi zararlı insanları kilit altında tutmak gerekir” noktasına götürür. Gün ağarıncaya kadar her iki tarafta eteğindeki taşları döker. Anne kaçarcasına evi terk eder.

Bergman geçmişin yaralarının asla iyileşmeyeceği bir ana kız ilişkisini Liv Ulmann ve Ingrid Bergman’ın usta oyunculukları ile her zamanki sade ve etkileyici üslubu içinde anlatır.

Yüzler ve duyguları piyano tuşlarına aktaran eller Nykvist’in görüntüleri ile hafızalara kazınır. Filmin hemen başında papaz eşin kameraya Eva’dan ve aile yaşantılarından bahsetmesi sinema için yenilikçi bir sekans olur. Ingrid Bergman’ın kariyerinin de son filmidir.

Yüzleşme-Ansikte mot Ansikte” (1977) çocuklukta bilinç dışına yerleştirilen korkular, suçluluk duygusu ile yüzleşmeyi anlatır. Psikiyatrist Dr. Jenny Isaksson (Liv Ullmann) büyükanne ve babasına yaptığı ziyaret sırasında çocukluk anılarına döner. Kabuslar, hayaller hatırlamak istemediği çocukluk anılarını bilinç yüzeyine taşır. Her geçen gün üzerindeki kontrolü daha fazla kaybeder. Liv Ullmann kariyerinin en başarılı performanslarından birisini sergiler, Oscar’a aday gösterilir. Drama dalında Altın Küre ödülü kazanır.

YORUMLAR

  • 0 Yorum