İsmail SERT

    İsmail SERT


    NE ÇOK KONUŞUYORUZ

    07 Aralık 2019 - 13:33

     

    “Arkadaşlık teklifimi reddettin” diye, “güldün” diye, “nerde kaldın?” diye, “boşanmak istedin” diye…!

    Hep aynı türden, hep erkek cinayetleri, öldürülenler hep kadın… 

    Son olarak; Ordu’da açık cezaevinden firar eden Özgür Ardunç, üniversite öğrencisi Ceren Özdemir’i evinin kapısında öldürdü. Söyleyecek bir küçük sözü bile yoktu. Üstelik pişman da değildi.

    Suç dosyası kabarık bir mahkum, nasıl olmuştu da ‘iyi hal’ indirimi almıştı? Nasıl olmuştu da açık cezaevindeydi? Anlaşılamadı. 

    Ceren katilini tanımıyordu. Ne gerçek hayattan, ne de sosyal medyadan. Kamera kayıtlarında gördük ki; katilinin beş adım önünde, olanca masumluğuyla yürürken, bir an, başını ürkekçe hafif geriye çevirmiş. Tam bakamadan, yeniden önüne dönmüş. 

    Aslında o bakışı tanıyoruz. Bir siluet var arkasında, korkuyor. Ancak belli ki; tedirginliğini daha da büyütmek istemiyor, aklından geçirdiği olumsuz ihtimalleri defetmeye çalışıyor. 

    Ceren katilinin kim olduğunu, neden kendisini seçtiğini hiç öğrenemedi. 

    Biz, ‘başka av ararken’ yakalandığında öğrensek de, gerçekten kim olduğunu halen bilmiyoruz. Hangi duygu koordinatlarında nasıl büyüdüğünü, içindeki birilerini öldürme isteğini, kendisini teslim alacak kadar nasıl büyüttüğünü bilmiyoruz. 

    Yine bilmiyoruz sıradaki katil kim?

    Durmadan konuşuyor, büyük sözler ediyorsak da, bakmayın siz onlara. Hep eski sözleri, hep bildik beyanları, hep aynı itirazları tekrar ediyoruz. 

    Aslında yeni bir şey söyleyecek birilerini arıyoruz. “Yeni” derken, derde deva olacak bir küçük işaret, içinde bulunduğumuz karanlığı aydınlatacak bir titrek ışık, bir sahici sebep, sahici bir kurtuluş reçetesinde bir ilk satır…!

    Eğitim, hukuk, aile, televizyon, diziler, bilgisayar oyunları, gelir adaletsizliği, göçler, ceza infaz yasası, polis… Nereden başlayıp, nasıl devam edeceğiz? Bilmiyoruz.

    Çaresizlikten midir? Yoksa alışkanlığın kolaylığından mıdır? Sorunu, acıyı getirip siyaset kurumunun üzerine boca edenler var. ‘Kusursuz sorumluluk’ ilkesi gereği, elbette siyasetçiler sorumludurlar. Madem sorumluluk makamında oturuyorlar, öyleyse sorumludurlar. Buna itirazım olamaz.

    Ancak çözüm için baktığımızda; hiç iyi değil bu teşhis. Böyle yaparsak; sorunun daha derinlerde, daha kalıcı ve daha karmaşık olduğunun üstünü örtmüş oluyoruz. Hiç iyi yapmıyoruz. 

    Bir de ‘erkek egemen toplum’ suçlaması var. Olsun tabii. Bütün erkekler, topluca töhmet altında kalsınlar. Olabilir. 

    Ancak bu suçlama, geldiğimiz aşamanın ne kadarını izah ediyor? Ailede söz sahibi olmak başka, sözü dinlenmezse bıçağa sarılmak başka değil mi? İsteği yerine getirilmeyince tüfeğe davranmak ne zamandan beri erkeklik? ‘Erkek egemen toplum’ zemininde yaşansa da, bu canavara dönüşme sürecinin başkaca sebepleri olması gerekmiyor mu?

    Bilmiyoruz. Konuşuyoruz.   

    Bir filmden hatırlıyorum. Yaşlıca biri, kendinden daha genç olana öğüt veriyordu. Diyordu ki; “Sana doğrultulmuş bir silah varsa, hiç durmaksızın konuş. Doğru ya da yanlış, anlamlı ya da anlamsız, sürekli konuş.”

    Genç olan itiraz eder gibiydi.

    -Peki ne faydası olacak konuşmanın?

    Yaşlı olan bu soruya hazırdı.

    -Elinden başka bir şey de gelmez zaten.

    Biz de öyleyiz. Karanlık bir yerden, bir silah doğrultulmuş bize. Görmüyoruz, hissediyoruz, korkuyoruz. Dilimizde tekrar tekrar aynı ifadeler, aynı seslenişler, aynı ağıtlar, aynı söz vermeler… 

    Bir girdabın içinde dönüp duruyoruz. Utanıyoruz. Bunalıyoruz. Aciziz. Aklımız, fikrimiz zorda. Kaybolmuşuz. Halimize inanamıyoruz. Acizliğimizi kabul edemiyoruz.

    Kör bir silahın namlusu, insan eliyle üretilen zifiri karanlığın içinden bize bakıyor. Konuşuyorsak, çok konuşuyorsak, ondan.

    YORUMLAR

    • 0 Yorum