Önceleri futbol kulüplerinin başkanlarını tanımazdık. Sadece kamuoyu değil, kulübün taraftarları da tanımazdı. Başkanlar ortalık yerde görünmezler, takımın maçlarına bile gitmezlerdi.
Devir değişti, maçlara gitmeyi adet edindiler, görünmeye, sözleriyle gündem olmaya başladılar. Yetmedi, yanlarında adamlarıyla ve nümayiş içine maç izlemelerine bizi alıştırdılar. Sonraki aşamada, tribünde ‘özel alkış’ alır oldular. Statlar “başkan buraya, yumruk havaya” tezahüratlarıyla inler oldu. “Ölmeye, ölmeye, ölmeye geldik”, “buradan çıkış yok” tezahüratları da ona eşlik etti.
Taraftarlar başkanın çocukları gibi iken, onun yönettiği ‘güç’ olmaya başladılar. ‘Racon kesen başkan’ ile ‘çılgın taraftar’, ‘tehdit sever yönetici’ ile ‘delikanlı futbolcu’ buluştu. Sonra taraftarlar ‘ordu’, başkan ‘komutan’ oldu. Mağlubiyetlere nasıl olsa bir mazeret bulunuyordu. Başkan galibiyetlerin mimarı, şampiyonlukların kahramanı rolünü üstlenmeye başladı.
Futbolun Son Tablosu
Gelinen aşamada futbol; takım otobüsünden antrenman sahasına, oradan tribüne varıncaya kadar, her alanı ağır erkeklik hallerinin sergilendiği bir sahne.
Gücün katlandığı, statünün gözümüze sokulduğu, milyon euroların uçuştuğu, loca görüntüleriyle süslenen, meydan okumaların ve şike söylentilerinin eksik olmadığı, gerilimli bir dünya.
Ve o dünyada bütün camia, her maçı kazanmaya, rakibi ağlarken görmeye ayarlı. Takım yenilirse -Allah korusun- topluca itibar kaybediliyor. Hele bir de, yenilgide hakemin parmağının olduğu konuşuluyorsa sigortalar atıveriyor.
“Arkadaşını yolda tanı” demişti atalarımız. Bugünlerde buna bir ekleme yapıldı: “Arkadaşını maç seyrederken, mümkünse tribünde ve mümkünse taraftarı olduğu takımın maçını seyrederken tanı.”
Çünkü başka birine dönüşme potansiyelimiz, maç seyrederken tam kapasiteyle harekete geçiyor. Karanlık yanlarımız orada ortaya çıkıyor. Acilen bir suçlu arayışı başlıyor.
Oyundaki olağan şüphelinin kim olduğu da belli. 90 dakika buz(!) üstünde koştururken düşmemeye çalışan, peş peşe kararlar veren, yani her an yeni bir risk üstlenen, sahanın en yalnız adamı; hakem.
Üstelik maç bitse de çilesi bitmiyor. Futbolun yorumlandığı programlar hızla geçiliyor ve hakemlerin didiklendiği ‘reyting avcısı’ sohbetler başlıyor. Pozisyonlar yeniden yeniden oynatılarak hakemler kesilip biçiliyor. İşin ilginç yanı da, hakem kararlarının üzerinde tepinmeye, genellikle eski hakemlerin rağbet etmesi.
Şiddet Çığ Gibi
İddialı bir cümle olabilir: Bütün bu tablodan anlaşılıyor ki; biz futbolu, futbol olarak o kadar da sevmiyoruz. Bir oyun olarak hayatımızın seyirlik köşesine yerleştiremiyoruz. Kestirmeden söylersek; ekran karşısında ya da tribünde olsak ve sadece bizim takımın attığı golleri seyretsek bize yetecek!
Yenilme ihtimalini hesaba katmıyor, düşünmek bile istemiyoruz. Maçla birlikte gerginliğimiz de tırmanmaya başlıyor, bizi hızla teslim alıyor ve bir daha da bırakmıyor.
Her hafta bunun türlü çeşitli örneklerini gördük. Göre göre bugünlere geldik.
Şiddet, “buradayım” diyordu da muhatap olmuyorduk. “Buralıyım, buranın yerlisiyim” diyordu da duymazdan geliyorduk. Hâttâ “mekanın sahibi benim” diyordu da üzerimize alınmıyorduk.
Sonunda olan oldu. Ankaragücü Rizespor maçının bitiminde, Ankaragücü Kulübü Başkanı Faruk Koca’nın, taraftarın havaya kaldırttığı yumruğu, hakem Halil Umut Meler’in suratına indi. Hava buz kesti. Ürperdik.
Futbolun Gereği
Tekrar etmek pahasına; futbol seyirlik bir oyun ve hakemlik subjektif bir iş. Hakemin pozisyonu görüp, gördüğünü yorumlayıp, oyun akarken saniyeler içinde karar vermesi gerekiyor. Kararının gecikmesi bile ayrı bir gerginlik kaynağı. VAR sistemi yardım etse de hakemlerin sorumluluğunun özü değişmiyor.
Ve futbol, kaç defa seyredilirse seyredilsin, aynı kararda birleşilmeyen pozisyonlar üretiyor. Öyleyse başa dönüp yapmamız gerekeni yapmalı, eksik bıraktığımızı tamamlamalıyız. Hakem kararlarının subjektifliğini kabul etmeliyiz. Adını ‘hata’ koymanın bile hatalı olduğunu görmeliyiz. Adını ‘hata’ koysak da o hataları futbolun tanımı içinde eritebilmeliyiz.
Aksi halde futbol oyun olmaktan çıkıyor, hata payı bırakmayan anlayış, sürekli şiddet üretiyor. Milyonlarca taraftarın, izleyicinin hata payına izin vermeyen bakışı şiddeti katlıyor, büyütüyor. Ve biriken şiddet, bulduğu her boşluktan hayatımıza sızıyor, ortamı zehirliyor.
Sonsöz
Hakemleri sahada yalnız bırakırsak, hakemliğin subjektifliğini zihnimize kabul ettiremezsek, ona eşlik eden duyguyu içselleştiremezsek; futbolu bu çerçeve içinde tanımlayıp sevemezsek, çözüme giden yolu da bulamayız.
YORUMLAR