At, insana Allah’ın bir armağanıdır.
Öyle biliriz.
Derler ki; “cennetten esen rüzgar, atın iki kulağı arasından geçer.”
Öyle dinleriz o rüzgarın sesini.
Kaşgarlı Mahmut’tan, 11. yüzyıldan bu yana atı ‘Türkün Kanadı’ kabul ederiz.
Hayvanlar içinde at, insana sadık dost olmada en başlardadır. Atı o kadar över ki şair, “ata binilmez, ata yükselinir” der.
Bu anlamda söz bitmez Türkçe'de.
Günümüze gelelim. Siyasetten arta kalan zamanlarda, günlük işlerimizin izin verdiği aralıklarda, kaybolan atları konuşuyoruz.
İstanbul Adalar'da fayton hizmetinde kullanılan atlar, kötü şartlarda çalıştırılmalarından ve bakımsız olmalarından dolayı şikayetlere konu oluyorlardı. Atların kurtarılması, özgür bırakılması isteniyordu.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Belediye Meclisi'nde oy birliğiyle alınan bir kararla atları satın aldı. Toplam sayıları bin 200 kadardı.
Aynı kararla İBB yönetimine, atların uygun yerlere sahiplendirilmesi için yetki verilmişti.
Atlar, talepte bulunan kamu kurum ve kuruluşlarına, üniversitelere, sivil toplum örgütlerine, şahıslara ve muhtarlara bedelsiz sahiplendirildi. Takip sorumluluğu Tarım ve Orman Bakanlığı teşkilatlarına verildi.
Böylece atların İBB’deki defteri kapatıldı.
Artık Türkiye’nin dört bir yanına dağılmışlardı.
Sürece biraz yakından bakıldığında belediyenin “bizden gitsinler de nereye olursa olsun’ havasında olduğu seziliyordu.
Önce Hatay Dörtyol Belediyesine gönderilen 100 atın kayıp olduğu ortaya çıktı. İddia vahimdi:
80 at, bu konuda uzmanlığı olan organize bir şebeke tarafından, tanesi ortalama 2 bin dolara Irak’a satılmıştı.
‘Bire on’ orantısı ile yapılan bir kaçakçılık modeliydi. 1 at için izin alınıyor, 10 at yurt dışına çıkarılıyordu.
Haber kurcalanmaya devam edildi. Maalesef iddia değil, gerçekti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden sonra Dörtyol Belediyesi de atlardan kurtulmuştu. Üstelik kazanarak ve kazandırarak(!)…
Bunun üzerine diğer atların akıbetleri de gündeme geldi. Derin bir suskunluğun ardından peş peşe benzer haberler alınmaya başlandı.
Rivayetler muhtelif olsa da, tartışma uçsuz bucaksız yayılsa da 978 at kayıp.
Atlar siyaset, ticaret ve organize işler üçgeninde kayboldular. Sırtlarında önce siyasetin kırbacı şakladı. Ortalık yerde eleştirilerin odağındaydılar. Baş ağrıtıyorlar, algıyı bozuyorlardı. Kısa yoldan kurtulmak gerekiyordu. Temiz bir formül bulundu ve gereken yapıldı.
Sonra ‘ticari zeka’ devreye girdi.
Kirli olan, kaçak yoldan yapılan, kurnazlıkla sonuç alınan türden bir ticaretin zekası…
‘Organize işler’in ustaları yolu ya zaten biliyorlardı ya da çok hızla buluyorlar, taşları hemen döşüyorlardı.
Son manzara şöyle:
Sahiplendirilirken ‘en az bir yıl bakma yükümlülüğü’ getirilen atlar 6 ay geçmeden yok olmuşlar.
Faytona koşulu atların durumuna bakıp itiraz edenlerden cılız sesler çıkıyor. Sahiplenip icabına bakanlar, zaten zor duyulan seslerin iyice yatışmasını beklerken, havaya bakıp ıslık çalıyorlar.
Atlar konuşulurken kullanılan dil ise bir facia. Sadece umursamaz bir tavırla yapılan ‘kebap’ ya da ‘sucuk’ esprilerinden söz etmiyorum. Baştan sona, yukarıdan aşağıya sorumsuzluk, küçümseme, alay… ne istersen var.
Atlar kayıp.
Atları aramaya çıkan dil de kayıp.
Arayanlar sanki atı aramıyorlar.
Suçlananlar atı en sona koyuyor, önce kendilerini savunuyorlar.
Sadece evindeki hayvanı sevenlerin ülkesi mi burası?
Köpeğini gezdirmeye çıkarırken bir eline de sokak köpekleri için taş alanların ülkesi mi?
Atlar nerede? Bir soru.
Belki ondan da büyük bir başka soru. Hayvanseverler nerede?
Hani bir sözümüz vardır: “Atın başı geçtikten sonra kuyruğundan yakalamaya kalkma”
Yoksa tam da o durumda mıyız?
İlhami Çiçek ‘Satranç Dersleri’nde yazmıştı. Hayatla da denkleşmiyor mu?: Sen ey atını kaybeden oyuncu / bir ilkyazdan koca bir güz yontan adam / bırak oyunu.
YORUMLAR