İsmi; Leyla Muhammed. 70 yaşında. 10 yıl önce, iç savaşın başladığı günlerde, Halep’in Bab-ül Neyrap mahallesinden çıkıp eşi ve iki oğluyla Türkiye’ye sığınmış, Gaziantep’e yerleşmişler.
Eşi Türkiye’de vefat etmiş. İki oğlu buldukları günlük işlerde çalışıyor, geçiniyorlar.
Leyla hanım alzheimer hastası.
Alzheimer olanlar ya da o hastalıkla muzdarip birini tanıyanlar bilirler. O hastalar düşüncelerini toparlayamaz, hayatlarını kontrol edemezler. Bir aşamadan sonra yemek yiyemez, ağızlarındaki lokmayı dahi çiğneyemezler. Küçük bir çocuktan farksız, hâttâ daha da korunmasızdırlar.
Hayat yorgunu Leyla hanım da öyle. Orada, öylece otururken görüyoruz. Masum ve çocuk gözlerle etrafına bakınıyor. Meğer o sırada, mahallede bir çocuğun kaçırıldığına dair söylenti çıkmış. Biriken öfke, her zaman olduğu gibi, yine en güçsüz olana yönelmiş.
Leyla hanımdan şüphelenen kalabalık bir grup çevresine öbeklenmiş. Nasıl bir gözü dönmüşlükle baktılarsa, erkek zannedenler bile olmuş. Sorgulama, derken hırpalama başlamış. Leyla hanım ne olup bittiğinin farkında değil. Ne demesi, ne yapması gerektiğini anlamıyor. Oturduğu yerden kalkıp kaçmaya bile davranamıyor.
O sırada, kalabalıktan ani bir tekme atılıyor Leyla hanımın yüzüne. Leyla hanım eliyle yüzünü kapatıyor. Tepkisi, korunma çabası sadece o kadar. Grubun içinden iyi kötü itiraz edenler oluyor da tekmenin arkası gelmiyor.
“Leyla hanıma atılan tekmenin acısını biz de hissettik” dersek abartmış oluruz. Keşke duyabilseydik! Leyla hanım hastaneye götürülüp tedavi edildi. Yüzündeki yara iyileşmiştir. Ancak gönlünün incinen yerini tam tarif edebilmiş midir? Tarif etse de bir şey yapabilir miyiz? Sanmıyorum.
Leyla hanımdan özür dileyebiliriz. Leyla hanım, sen zayıftın, güçsüzdün, yaşlıydın. Bize sığındın. Sen bize elini uzattın, biz tekme ile karşılık verdik. Özür dileriz. Vandallığımıza muhatap olan bütün Leyla hanımlardan özür dileriz.
Ancak “bir tekme” deyip geçmek de olmaz. O tekmenin ucunun nereye bağlandığını görmeye çalışmalıyız. Ara durakları geçip, sonuna kadar devam etmeliyiz.
Kaynağa vardığımızda ne bulacağız? Sakın şaşırmayalım. “Proje” dedikleri, “vatanı koruma kılıfına” soktukları, “partimizin programıdır” diye sundukları sözleri bulacağız. Sonsuz bir özgüvenle sarf edilen, sonuna kadar emin olunan sözleri… Gırtlaklarının son gücüne kadar seslerine yüklendikleri, el kol hareketleriyle destekledikleri sözleri…
O sözlerin sahiplerinin, milliyetçiliği ‘yabancı düşmanlığına’ eşitleyerek yükselmeye çalıştıklarını göreceğiz. O ince damara basarak, tek bir hamleyle popülerleşmeyi, çevresine kalabalık, seçim sandığına oy toplamayı umduklarına şahit olacağız.
Evet manzara böyle. Ankara’da edilen sözler, uzaklarda bir yerde, bir tenhada ya da kalabalıkta tekme atma cüreti olarak karşımıza çıkıyor. Sokakta mahkeme kuruluyor ve ceza en çaresiz olanın suratına patlıyor.
Evet, siz kendinizi biliyorsunuz. Sözünüzün yuvarlanıp vardığı yerde neye dönüştüğünün farkında değil misiniz? Hırsla peş peşe sıraladığınız iddialarınızla, o aşağılık tekme arasında bir bağ olduğunu görmüyor musunuz?
Bu gözü kara saldırganlık, bir partinin programına sığabilir mi? Bu kör nefret, bu keskin hıncın adı milletini sevmek olabilir mi? Bu zalimlikle nereye varacağız? Bu kabalık, bu nefret bizi nereye savuracak?
Evet o tekmenin bir ucu size çıkıyor beyim. Siz kravatlısınız, siz kürsülerin arkasında konuşuyorsunuz. İsminizin önünde ‘Profesör’ yazıyor, kartvizitinizde ‘Genel Başkan’ sıfatınız var. Konuşmaya başladığınızda size mikrofonlar uzatılıyor. Siz burada ağzınızı açıyorsunuz, orada karanlık bir öfke harekete geçiyor.
Evet beyim, o tekmeyi atanlardan biri de sizsiniz. Savcıların görev alanına girmese de, polisin sorumluluk tanımında yeri olmasa da siz de o suça ortaksınız. Üstelik o cürmün ne kadar yeri yakacağını kim kestirebilir?
YORUMLAR