Uzun ince bir gündemimiz var. Uzunluğuna uzun: bir ucu Marmara’da, bir ucu Karadeniz’de olmak üzere, 45 km. İnceliğine ince. 125 metreden, 200 metreden söz ediliyor. Ancak uzunluktan asıl kasıt; konuşmanın da tartışmanın da, başlanırsa yapımının da uzun süreceğine gönderme. İnceliğinden kasıt ise detaylarının çok oluşuna ve zorluğuna dair.
2011 yılından bu yana konuşuyormuşuz. Hatta bir rivayete göre, adını ilk gündeme taşıyan Ecevit olmuş. Önceleri şöyle bir anılıp geçilmiş, bir köşede unutulmuş. Sonra uykusundan uyandırılıp seçim vaatleri arasına sokulmuş. Bugünlerde, boylu boyunca önümüzde uzanmakta. O kadar yoğun konuşuyoruz ki; sanki her sokak kanala çıkıyor, her konu kanalla buluşuyor gibi. Üstelik ismi ‘Kanal İstanbul’ olsa da tüm Türkiye’nin konusu.
Zaten hep öyle değil midir? İstanbul’un ülke içindeki yeri her anlamda büyüktür, belirleyicidir. Seçimde İstanbul’u kazanan Türkiye’yi kazanmış gibi sevinir. İstanbul’u kaybeden Türkiye elinden gitmiş gibi üzülür. Yakın zamanda bizzat yaşadık ve gördük. “Türkiye çok güzel dese” bir turist, İstanbul aklımıza gelir, gururlanırız. Depremden söz edilse, içimiz titrer, İstanbul adına kaygılanırız. Nerede yaşadığı fark etmez, şehrin adını anmadan, “kar geliyormuş” dese biri, kast ettiği şehir İstanbul’dur.
Öyledir. İstanbul merkezlidir Türkiye. Tarihimiz, ruhumuz oradadır. Gözümüz, kulağımız ona dönüktür. İstanbul’a bakarız ve ona göre hiza alırız.
Projen ciddi konuşulmaya başlayınca, bölgede ilk kıpırdanmalar hissedilmiş. Araziler satılmaya başlamış. Emlakçılar çoğalmış. Her gün yeni bir haber, her akşam yeni bir duyum… Rivayet çok, iddia bol olunca ortalık karışmış. Toprak fiyatları artmış. Metrekaresi 23- 30 liradan başlamış, 500 liraya kadar çıkmış. Proje başlamış bir bakıma. Ancak bir yandan da uykuları kaçmış. Çiftçilikten eli soğumuş bazılarının. Bazıları şehre gitmek için hazırlık yapmaya, bazıları ise “biz şehre gidemezsek, şehir bize gelir mi?” diye hayal kurmaya başlamış.
Bütün dünya bir araya gelsek, bir İstanbul inşa edemeyeceğimiz için “Başka İstanbul yok” diyoruz, hep tekrar ediyoruz. İşte kanalla birlikte, dört tarafı denizlerle çevrili yeni bir şehir doğacak. Nüfusu tahminleri aşacak. Belki de adı ‘Batı İstanbul’ olacak.
Bir görselle anlatılıyor Kanal İstanbul. Daha doğrusu gösteriliyor. Dünyanın neresine benzediğini çıkartmadığım, dikey yapılaşmaya devam ettirmesi hatasına rağmen, yeşille maviyi buluşturan, köprülerle süslenmiş, kuşların bile ihmal edilmediği, etkileyici bir görsel. Ancak işin özüne dair çok şey anlatmıyor. “Bizde üç boyutlu görsel (3D) hazırlama tekniği de çok gelişmiş canım.” diyebiliyoruz. O kadar.
Tartışılacak çok yönü, konuşulacak çok yanı var projenin.
Öncelikle kanalın geçeceği alanın % 52’sinin tarım sahası olduğunu söylüyor uzmanlar. O arazilerin akıbeti ne olacak? O toprakları ekip biçenler ne yapacaklar? Su kaynakları, ormanlar nasıl etkilenecek? Onların konuşulması gerekiyor.
Uzunluğu ölçüsünde, toplum içindeki salınımı da en uçlara kadar varıyor. Bir yanda “cinayet” diyenler, diğer yanda ‘çılgın proje’ diyerek fırsattan söz edenler var. Bir tarafta fırsatlarını öne çıkaranlar, karşı tarafta suçlamasını ihanete vardıranlar yer alıyor.
Sıkı bir tartışmaya ihtiyacımız olduğu çok açık. Yapılmasına ya da yapılmamasına eşit mesafede durarak, tekrar tekrar sormalıyız: Ne yapıyoruz? Neyi değiştiriyoruz? Kazmayı nereye vuruyoruz? Başlattığımız ne? Önceliklerimizin neresinde?
İstanbul’un geleceği, kentleşme, çevresel etkileri, su kaynakları, tarım alanları, orman sahaları, deprem riskleri, finansman zorluğu, önceliklerimiz arasındaki sırası, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne göre durumu… vd.
Hiç olmadığı kadar büyük ve pahalı olduğuna, hiç olmadığı kadar çok alanı etkilediğine göre, hiç olmadığı kadar ince elemeli, bir o kadar uzun konuşmalıyız.
YORUMLAR